Zırhlarımı Bıraktım: Güçlü Görünmek Zorunda Değiliz
“Gel bana”
Ama böyle değil.
İncinen yerlerini saklamadan.
Dağlanmamış yaralarınla gel.
O dimdik duruşunla hiç değil.
Kaybettiğin savaşlarla gel bana.
Çıkarayım o demirden, tunçtan zırhını.
Etinle, kemiğinle gel.”
Merhabalar,
Bu şiiri hangi olaydan ya da konudan sonra yazdım, hatırlamıyorum. Ancak emin olduğum bir şey var ki, o da burada “Etinle, kemiğinle gel” diyenin ben olduğum. Gelmesi gereken kişi de benim. Sanırım yine kendi kendimin şifacısı olmuşum.
Hayatım boyunca kolay kolay kimseden yardım istemedim. Neredeyse yok denecek kadar azdır başkalarına sığınmışlığım. İstediğim zamanlarda da zaten o yardım hiç gelmemiştir.
Hal böyle olunca, kendi göbek bağımı hep kendim kestim. Zamanla dışarıdan görenler, ne kadar güçlü bir insan olduğumu söyledi. Başıma gelen her zorlukta, her yorgunlukta, sırtıma aldığım her yükte, “Sen güçlü kadınsın, başarırsın.” dediler.
Bu, onların kolaya kaçışı, benim de zoru seçişimdi. Düşünüyorum da bu hiç de doğru değildi. Giyindiğim zırhın altında üzülen, kırılan, ağlayan bir kız çocuğu hep vardı.
Güçlü olmaktan takati kesilmiş, başkalarının sorunlarına koşarken kendini kimsesizliğe ötelemiş, zayıf yanlarını, zaaflarını bir koza içinde saklamış; “başarırım”, “yaparım”, “üstesinden gelirim”lerle güçlü olmaya çalışırken ne kadar zayıf düşmüşüm, onu anladım.
Ne olurdu bir kere de kaybetsem?
Ve bu kaybedişin üzüntüsünü ulu orta yaşasam…
“Üzgünüm, ben yapamam.” desem.
Öfkemi içime gömüp dişlerimi sıkmak, dudağımı ısırmak yerine bağırıp çağırsam, ne olurdu?
Benim sırtımdaki yüküm yetmezmiş gibi, bir de başkalarının sorunlarını sırtıma yük etmesem, ne olurdu?
Bana insanlar kızdığında karşılarında dimdik durmak yerine, sonradan “Bunu neden ona söylemedim?” diye kendime kızacağıma, doğrudan yüzüne ne hissettiğimi ve onun hakkında ne düşündüğümü aleni bir şekilde söylesem, ne olurdu?
Hiçbir şey olmazdı.
Beni kırabilen insan zaten kazanılmamış bir insan değil midir?
Yaralarımı görseler, ne olurdu?
Ben izin vermezsem, o yaraların kabuğunu kim kaldırabilirdi?
Kırılıp dökülmeden toplanmak,
Yorulup dinlenmeden koşmak,
Üzülüp ağlamadan gülmek,
Karanlıkta kaybolmadan aydınlığı bulmak,
Kuyuya düşmeden tırmanmak,
Yara almadan şifa bulmak mümkün mü?
Değil elbette…
Zayıflıklarımı, zafiyetlerimi, hassasiyetlerimi,
Kayıplarımı, başarısızlıklarımı kabul etmeden,
Onları da benim bir parçam olarak görmeden güçlü olamayacağımı anladım.
Bir söz vardır, çok severim:
“Zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür.” der.
Ben o halkayı görmeliyim ki, zincir gerçekten güçlü olabilsin.
Ben de diğer herkes gibi beşerim.
Mükemmel olmak zorunda değilim.
Güçlü olmalıyım, evet,
Ama güçlü görünmeye çabalamak zorunda değilim.
İnsanlar beni olduğum gibi görmeli, kabul etmeli.
Yanımda olabiliyorlarsa ne mutlu onlara ve tabii bana.
Değilse, hayatımda yer işgal etmelerinin de anlamı yok.
Bazen insan bu şekilde azalarak da çoğalabiliyor, inanın bana.
“Güçlü görünmek zorundayım!”
Hayır, değilim.
Değilsiniz.
Güçlü yanlarınız kadar zayıf yanlarınıza da sahip çıkmadığınız sürece, ne güçlü olursunuz ne de güçlü görünürsünüz.
Sözlerimi Konfüçyüs’ün şu anlamlı sözüyle tamamlıyorum:
“Güçlü olan, zayıf yanını herkesten iyi bilendir; daha güçlü olan ise zayıf yanına hükmedebilendir.”
Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle,
Esen kalın