Türkiye’de Yayıncılık ve Yayınevleri: Doğru ve Yanlış İşleyiş

Yayıncılık, bir ülkenin kültürel hafızasının ve düşünsel üretiminin nabzını tutan en önemli alanlardan biridir. Bir kitabın raflara ulaşması, yalnızca bir yazarın kaleminden dökülen cümlelerin basılması değil, aynı zamanda bir kültürün, anlayışın ve vizyonun hayata geçirilmesidir. Ne yazık ki Türkiye’de yayıncılık sektörü, idealist çizgiden çoğu zaman uzaklaşmış ticari kaygıların, aceleci tutumların ve etik dışı uygulamaların gölgesinde kalmıştır.

Bir kitabın doğum süreci aslında bir emek zinciridir. Yazarın kalbinde başlayan bu yolculuk, iyi bir editörün ellerinde şekillenir, titiz bir redaksiyonla arınır, tasarımcıların emeğiyle estetik bir kimlik kazanır ve yayınevi çatısı altında okurla buluşur. Ancak ülkemizde bu zincirin pek çok halkası ya eksik ya da özensizdir.

Birçok yayınevi, nitelikli kitap üretmek yerine hızlı baskı ve düşük maliyet anlayışına yönelmiştir. Eserin içeriği, dil işçiliği, özgünlüğü çoğu zaman göz ardı edilir. Bunun yerine “kaç adet satılır?”, “kapağı dikkat çeker mi?”, “yazar sosyal medyada takipçili mi?” gibi sorular öncelik kazanır. Böylece edebiyatın ruhu, ticaretin hesap defterine sıkışır.

Doğru işleyen yayınevleri elbette vardır. Onlar, her şeyden önce bir kitabın kültürel değer taşıdığını bilirler. Editörlüğü yalnızca dilbilgisi düzeltmek değil, metne ruh katmak olarak görürler. Kapak tasarımında kitabın içeriğiyle görsel dengenin uyumunu ararlar. Basım kalitesinde özeni elden bırakmazlar, dağıtım sürecinde kitabın sadece satılmasını değil, okunmasını da önemserler. Böyle yayınevleri, ülkenin edebiyat mirasına kalıcı katkılar sunarlar.

Yanlış işleyen düzenin bir başka yönü de editörlükte ortaya çıkar. Türkiye’de birçok kişi editör ünvanını kullanır ama mesleğin özünü bilmez. Editör, yazarın metnine müdahale eden değil, onu doğru biçimde parlatan kişidir. Oysa bazı yayınevlerinde editörlük, kelime düzeltmekten öteye gitmez. Düşünsel rehberlik, biçem uyumu, anlatım bütünlüğü gibi konular çoğu zaman göz ardı edilir.
Bununla birlikte dağıtım sistemi de yayıncılığın en zayıf halkalarından biridir. Büyük zincir mağazalar, yalnızca çok satan kitaplara raf açarken, bağımsız yazarların ve nitelikli edebiyatın görünürlüğü neredeyse yok olur. Küçük yayınevlerinin bastığı eserler, depolarda tozlanır, belki de çağının en güçlü kalemlerinden biri o sayfalarda nefes almaktadır.

Son yıllarda dijital yayıncılığın ve e-kitapların artışı, sektöre yeni bir yön kazandırdı. Fakat bu alanda da ciddi bir denetimsizlik söz konusu. Herkesin kolaylıkla kitap bastırabildiği bir ortamda, kalite standardı neredeyse yok denecek kadar azaldı. Oysa yayıncılığın özü nicelik değil, niteliktir. Bir kitap çok satabilir ama az okunabilir, önemli olan, bir okurun zihninde yankı uyandırmasıdır.

Türkiye’de yayıncılığın düzelmesi, yalnızca yayınevlerinin değil, yazarların ve okurların da bilinçlenmesiyle mümkündür. Yazar eserine sahip çıkmalı, yayınevi kültürel bir misyon taşıdığını unutmamalı, okur da tüketime değil anlamaya yönelmelidir. Çünkü bir ülkenin yayıncılığı, o ülkenin düşünce özgürlüğünün aynasıdır.

Gerçek yayıncılık, kitabı bir ürün değil, bir miras olarak görmektir. Bir kelimenin bile değeri bilindiğinde, bir sayfanın ardında emek, vicdan ve düşünce olduğunda işte o zaman yayıncılık gerçekten ‘yayın’ olur, karanlığa değil aydınlığa açılan bir kapı.
Kitaplarda Denetim:
Kitaplar toplumun aynasıdır. İçinde düşünce, duygu ve kültür taşır. Bu nedenle denetimini kimin yapacağı, yalnızca idari bir mesele değil, aynı zamanda bir kültürel kimlik meselesidir.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) temelde eğitim kurumlarında okutulan, yani çocuk ve gençlerin gelişimini doğrudan etkileyen kitapları baskı öncesi denetimden geçirmelidir. Ders kitaplarının içeriği, pedagojik uygunluğu, dilinin sadeliği, çocuk psikolojisine zarar verip vermemesi gibi unsurlar doğal olarak MEB’in alanına girer. Eğitim süreci içindeki kitaplarda devletin belli bir standardı gözetmesi de anlaşılabilir bir durumdur.
Ancak mesele edebî eserler yani romanlar, şiir kitapları, denemeler, araştırmalar ve sanatsal yayınlar olduğunda tablo değişir. Bu noktada Kültür ve Turizm Bakanlığı devreye girmelidir. Çünkü kültür özgür düşünceyle, farklı seslerle, sanatın sınır tanımaz doğasıyla gelişir. Kültür Bakanlığı, bu çeşitliliği korumak, desteklemek ve sansüre dönüşebilecek müdahalelerden uzak durmakla yükümlüdür.

Kitapların tümü özellikle edebî olanlar Milli Eğitimin katı müfredatçı denetimine tabi tutulursa, bu durum yaratıcılığın önünü keser. Yazarlık, fikir üretimi, hatta yayıncılık dahi bürokratik bir kalıba hapsedilir. Öte yandan Kültür Bakanlığı’nın da tamamen serbest bırakması değil, etik ve yasal sınırlar çerçevesinde bir denetim mekanizması kurması gerekir:
Şiddet ve nefret söylemine karşı,
Çocuk istismarı, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi olgulara karşı, telif haklarını koruyacak biçimde kitapları baskı öncesi denetimden geçirmelidir.
Bu nedenle ideal çözüm, tek bir bakanlığa bağlı bir denetim yerine, iki bakanlığın görev alanlarının keskin biçimde ayrılmasıdır:
Milli Eğitim Bakanlığı: Sadece eğitim kurumlarında okutulacak veya tavsiye edilecek kitapların denetimiyle ilgilenmeli.
Kültür Bakanlığı: Edebî ve sanatsal yayınların korunması, teşviki ve etik sınırlar içinde incelenmesiyle sorumlu olmalı.
Sonuçta kitap devletin değil, toplumun vicdanında olgunlaşır. Devletin görevi o vicdanı bastırmak değil, onun özgürce var olacağı zemini sağlamaktır.
Kalemin emeğe, emeğin ise kitaba dönüştüğü o kutsal süreçte, hep doğruda kalmak dileğiyle…