Ne kadar kolay değil mi, sadece iki kelime.
Söylüyorsunuz ve her şey halloldu sanıyorsunuz, öyle mi?
Peki ya fütursuzca kırdığınız insanların gecelerce gizli gizli ıslanan yastıkları?
O yastığın içine akıttıkları gözyaşları, ta içlerinden kopan sessiz çığlıklar ne olacak?
Hiç tattınız mı o karanlık yalnızlığı?
Yaşam enerjisinin bir kara delik tarafından çekildiği, ruhun yavaş yavaş eridiği bir çöküşü?
Bir insanın susarak çığlık attığını fark ettiniz mi hiç?
O sessizlik vardır ya hani…
İçinde bin öfke, bin hayal kırıklığı, bin umut barındırır.
Ama tek bir kelime bile etmez.
Çünkü bilir; anlamayacaksınız.
Arkanızda bıraktığınız insanların yüzlerine, gözlerine gerçekten bakabildiniz mi hiç?
O yürek var mı sizde?
Soluyorlar… Gerçekten soluyorlar.
Bir anda yaşlanıyorlar sanki.
Omuzlarına çöküyor hayat.
Günlerce uyur mu bir insan?
Uyur…
Çünkü acı, öyle bir hal alır ki, bir noktadan sonra kaçış rampası olur uyku.
Ve her uyanış bir kâbustur artık.
Belki planları vardı, hayalleri…
Ne biliyorsunuz ki?
Artık yapamıyorlar.
Sağlığı bozuluyor, ruhu tükeniyor.
Zihni yoruluyor, kalbi eriyor.
Neredeydiniz o zaman?
Şimdi mi özür diliyorsunuz?
Ne kolay…
Yalnızca iki kelime.
Oysa hayat sadece sözlerden ibaret değil.
Bazı yaralar kelimelerle değil, ancak eylemlerle sarılır.
Ve bazen hiçbir şey, o ilk darbeyi silmeye yetmez.
Kalp kırıklığı sadece klişe bir söz değilmiş, biliyor musunuz?
Bir yerde okumuştum: İnsan kalbi gerçekten kırılıyormuş.
Biyolojik olarak, fiziksel olarak…
Hiç “Neyin var?” sorusuna cevap verememenin huzursuzluğunu yaşadınız mı?
Ne desin insan?
“Kalbimi kırdılar mı?”
“Gururumu paramparça ettiler mi?”
Kime nasıl anlatabilir ki?
Anlaşılmayacağını bildiği için
dudağına “İyiyim” yalanını sürmek zorunda kalmak ne demek, bilir misiniz siz?
Zor bir kelimedir “iyiyim”…
Dünyayı sırtında taşıyanların, içi paramparça olanların en çok kullandığı kelime.
Çünkü kimseye derdini anlatacak kadar mecali kalmaz insanın.
Yorgunluktan değil…
Umutsuzluktandır bu sessizlik.
40’lı yaşlarında, kendi halinde bir kadındı bir arkadaşım.
Bir gün fark ettim, bakışları değişmiş.
Sesi, yürüyüşü, duruşu…
Her şeyi farklı.
Yemin edebilirim ışık saçıyordu.
Yıllar sonra sevmiş.
Gerçekten sevmiş.
“17 yaşında bir ergen gibiyim,” dedi bana,
“Hayata yeniden başlıyormuşum gibi hissediyorum.”
Ve sonra…
Sonrası malum.
Hüsran.
Hasta oldu.
Hem de öyle böyle değil…
Bir zamanlar ışık saçan gözleri karardı.
Sabahlar gözünde geceye döndü.
İnce ince çöktü omuzlarına hayat.
O bunları yaşarken, bu hale gelmesinin müsebbibi
gülüp eğlendi, kitap okudu, film izledi, arkadaşlarıyla buluştu,
güneşi teninde hissetti, denize ayağını soktu…
Yani yaşadı.
Ve arkasında bıraktığı insanın nasıl çürüdüğünü bile fark etmedi.
Çünkü bazı insanlar sadece iz bırakmaz, izleriyle de yok eder.
Ben mi?
Arkadaşımı teselli edememenin öfkesiyle yandım.
Ne yaparsam yapayım, onu rahatlatamamış olmanın çaresizliğiyle…
Sonra toparlandı kadın.
Uzun bir zaman sonra yeniden ayağa kalktı.
Ama biliyorum, içinde bir şey öldü.
Adı: Güven.
Neden?
Neden yaparız bunu birbirimize?
Bu, sadece kırık bir aşk hikâyesi değil.
Dostlar da yapıyor bunu bize.
Hatta en yakınımız: ailemiz bile…
Ve ardından gelir o meşhur iki kelime:
“Özür dilerim.”
Samimi mi peki?
Çoğu zaman değil…
Aslında kendi vicdanımızı susturmak için dökülür dilimizden.
Oysa farkında bile olmadan bir insanın ömründen
kaç güzel anı çaldığımızı bilmiyoruz.
Bir kalbi kırmak kolay.
Bir hayali yıkmak, bir güveni yerle bir etmek…
Bir anda olur.
Ama toplaması yıllar alır.
Ve bazen mümkün bile olmaz.
Ne olur yapmayın.
Kıracaksanız, kimsenin hayatına
bir mola yerinde soluklanırcasına girmeyin.
Çünkü siz gidiyorsunuz,
ama birileri orada öylece kalıyor.
Ve siz sonra sadece iki kelime bırakıyorsunuz geride:
“Özür dilerim.”
“Affet beni…”
Ama üzgünüm, bu kelimeler sihirli değil.
Ve bilin isterim:
Kırılan bir kalbe yara bandı olmuyor.
Sonra ki yazımda görüşmek üzere..