Varlık ve yokluk, insan hayatının temel taşlarını oluşturur. Her birimiz, sahip olduklarımızla varlığımızı tanımlar ve kayıplar ya da eksiklikler üzerinden anlam buluruz. Bu kavramlar, sadece hayatın anlamını bulmamıza yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda ölümlülük gerçeği karşısında tutumumuzu da şekillendirir. Yani, yokluk korkusu aslında bir anlam arayışının tetikleyicisi olabilir. Kendi iç yolculuğumuzda, bu kavramlar üzerinden kendimizi yeniden tanımlar, yaşamın anlamını sürekli olarak ararız.
Benim içsel yolculuğumun izleri, Erzurum’un Karayazı ilçesindeki Tosun köyüne dayanıyor. Çocukluğumun en soğuk kış günlerinde, kara lastiklerimle, yamalı pantolonumla, tek düğmesi açık gömleğimle gezerdik sokaklarda arkadaşlarımla. Gömleğimizin koltuk altları yırtıktı, kara lastiklerimiz ve yün çoraplarımız bizi tam olarak soğuktan koruyamazdı, ama biz buna alışmış, mutlu bir şekilde yaşıyorduk. Bazen tepelere tırmanır, bazen de kaymak için leğenin içine girerdik. Kışın, altı ay boyunca buzun üzerinde yürüdüğümüz bir dünyada, her şey bizim için farklıydı.
Evimiz, taşlarla yapılmıştı, dışı kırmızı toprak ve samanla karıştırılmış hayvan gübresiyle sıvanmıştı. O evin duvarlarının nasıl örüldüğünü bilmiyorum, ama her gece korkudan uyanıp, “Duvar üstüme düşecek!” diye bağırarak uyandığımı hatırlıyorum. Ama ne olursa olsun, o duvarları, babam sevgiyle örmüştü. Her taş, bir mücadele, bir umutla yerleştirilmişti. O zamanlar, yaşadığım yerin soğukluğu, avluya çıkınca karşımıza çıkan tulumbanın buz gibi suyu, bütün bunlar bana hayatın ne kadar basit ama bir o kadar da değerli olduğunu hatırlatırdı.
Babamla birlikte yazın hayvanları otlatmaya gitmek ise en sevdiğim anlarımdı. Dağları, çiçekleri, gökyüzünü seyrederken hissettiğim huzur, şimdi bile içimi ısıtır. Çoban keçesinin içine girdiğimde, dağlara bakarak geceyi geçirmeyi çok severdim. Gökyüzü o kadar yüksekti ki, sanki yıldızları avuçlarımda tutacak gibi hissederdim. Rüzgarın çimenleri sallaması ve geceyi ninni gibi uyutacak bir melodiye dönüştürmesi, hayatta karşılaştığım en güzel seslerden biriydi.
mümkün olmuyordu. Bir gün, domuz sürüsünü tek başına karşılayan babamın dostu Karabaş’ı izlerken, babamın güvenini ve rahatlığını bir kez daha fark ettim. Karabaş, babamın en yakın dostu ve güvenebileceği tek şeydi. O gece, babamın güven içinde uyuduğunu, ben ise korku içinde uykusuz kaldığımı hatırlıyorum.
Varlık ve yokluk, yaşamın anlamını sorgulamamızın, içsel dünyamıza yönelmemizin nedenidir. Çocukluğumdan günümüze, bu kavramların izlerini her zaman taşıdım. Bazen korku, bazen güven, bazen de huzur içinde… Ama ne olursa olsun, hayatın kendisi her zaman en değerli öğretici oldu.
“Bütün varlık bir rüya, ölümse uyanış,
Bir çiçek açar, sonra solar; her şey geçer.”
Fuzuli
Dostlar geçen zaman da görüşmek üzere…
Emeğinize sağlık hocam
Mükemmel bir yazı herzamanki gibi başarılarının devamının geleceğini biliyorum