DOĞANIN İNTİKAMI

1751808625926

İnsanlık, asırlardır kendini doğanın efendisi sanarak yaşadı. Ormanları ya kesti ya da yaktı, nehirleri kuruttu, dağları deldi, denizleri kirletti. Betonun soğuk yüzünü yeşilin sıcaklığına tercih etti. Gelişmek adına doğanın kalbine hançer sapladı. Kimi zaman bir şirket logosu uğruna binlerce ağacı gözünü kırpmadan katletti, kimi zaman “medeniyet” adına ne varsa toprağın altına gömdü. Oysa doğa, unutmazdı. Unutur gibi yapar, susar, bekler ve zamanı geldiğinde sessizce intikamını alırdı.

Depremlerle sarsıldı şehirler, sellerle sürüklendi umutlar, kuraklıkla boğuldu verim, fırtınalarla savruldu kibirli yapıların kalıntıları. Her afette insanlar “felaket” dedi, ama doğa yalnızca dengeyi yeniden kuruyordu. İnsanlar, kendi yarattıkları düzenin içinde yok oluşun adımlarını sessizce atarken doğa, yavaş yavaş öfkesini kusuyordu. Çünkü onun sabrı vardı ama sınırsız değildi.

Bugün yaşadığımız afetler, sadece fiziksel değil, manevi yıkımlar da barındırıyor. Bir selde sadece evler değil, hatıralar da gidiyor. Bir yangında yalnızca ağaçlar değil, bir çocuğun rüyası da küle dönüyor. Ve yine zarar gören insan oluyor. Çünkü doğa, adaleti insan yasalarıyla değil, kendi yasalarıyla sağlar. Onun terazisinde ne para ağır basar, ne de statü. O yalnızca neyin ne kadar verildiğine, neyin ne kadar alındığına bakar.

İnsan, unuttuğu bir şeyi yeniden hatırlamak zorunda: Bu dünya bize ait değil. Biz onun sadece misafiriyiz. Ve kötü bir misafirin nasıl uğurlandığını doğa çok iyi bilir. Toprağın kokusunu unutanlar, bir gün o toprağın altında unutulacaklarını bilmeli. Suya saygı göstermeyenler, susuzlukla imtihan edileceklerini bilmeli. Gökyüzünü kirletenler, gökten düşenlerle karşı karşıya kalacaklarını anlamalı.

Doğa, nefretten değil, denge ihtiyacından doğan bir öfkeyle hareket eder. Ve insan bu dengeye ne kadar zarar verirse, karşılığında o kadar çok yara alır. Belki de artık durup düşünmenin zamanı gelmiştir: Daha kaç kez aynı felaketi yaşayıp aynı dersleri almayacağız?
Çünkü doğa affetmez, sadece erteler.
Peki ya biz? İnsanlık olarak gerçekten öğrenmeye hazır mıyız?
Yoksa sadece afet anlarında kısa süreli pişmanlıklarla avunup, unutmaktan başka bir meziyetimiz yok mu?

Her depremde enkazdan çıkan bir çocuğun tozlu gözlerinde, her yangında küle dönmüş bir ormanın isli kokusunda, her kuruyan nehir yatağında aslında kendi sonumuzu izliyoruz. Ama gözlerimizi başka yöne çevirmek kolayımıza geliyor. Çünkü yüzleşmek zor, sorumluluk almak ağır. İnsan, doğaya hükmetmeyi bir marifet sandı, ama onun dilini anlamayı hiç denemedi. Oysa doğa konuşurdu. Bazen bir kuşun kanadında, bazen rüzgârın uğultusunda, bazen gece çökerken dalgalarda… Ama biz hep kulaklarımızı tıkadık.

Şimdi artık doğa bağırıyor. Sular taşıyor, dağlar çatlıyor, gök delinmişçesine yağıyor, en kötüsü de yangınlar… Ve bu haykırışın içinde bir isyan değil, bir uyarı var aslında:
“Dur, yeter. Yıkma daha fazlasını. Benden aldığın her şeyin bir bedeli var.”
İnsanlık isterse hâlâ bir yol var. Toprağa yeniden sevgiyle dokunmak, ağacı sadece odun olarak değil, bir yaşam olarak görmek, suyu kıymet bilerek içmek, gökyüzünü çocuklara mavi bırakmak mümkün. Ama bu, sadece niyetle değil, eylemle olur. Her birey, her toplum kendi payına düşeni anlamalı. Çünkü doğayı korumak, sadece çevreci bir slogan değil, aslında kendimizi korumaktır.
Doğa intikam alıyor gibi görünebilir… Ama gerçek şu ki o sadece dengesini kuruyor.
Ve denge, bir gün hepimizi eşitler.
Bu yüzden belki de artık yeni bir çağ başlamalı. Doğayla savaş değil, barış çağı. Egemenlik kurmak değil, birlikte yaşamak çağı. Çünkü bu gezegenin tek sahibi olmadığımızı anlamadığımız sürece, her fırtına, her yangın, her zelzele, bize aynı dersi tekrar tekrar okutacak!


Doğa unutmaz.
Ve bir gün, insan unutulacak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir