Savaşlara, sömürüye, açlığa ve çıkar uğruna ölen insanların sayısı her geçen gün artarken, bayram sabahları artık sevinç değil, buruklukla başlıyor. Sahte değerlerin yüceltildiği, hakikatin susturulduğu bir dünyada “kutlu bir gün” ne ifade eder ki?
Adanışın içi boşaltılmış, samimiyetin yerini gösteriş almış. Putlaştırılmış her şey sorgulanamaz hale gelmiş. İhtişamla sunulan sofralar, sosyal medyada paylaşılan tebessümler, gerçeği örtebilir mi sanıyorsunuz?
Açlıktan gözleri kararan çocuklar varken, gözleri pencerede kalan yaşlı bir kadının “Ayda yüz gram et bile yiyemedim” demesini duymuşken… Et mi? “Pazara bile gidemiyorum” diyen bir babanın çaresizliğini gördükten sonra hangi et, hangi ziyafet bayram olabilir?
Bu koca dünyaya sığamayıp da bir avuç toprağa sığdırılan nice insanın ardından hâlâ “kutlu bayramlar” mı dileyeceğiz? Vampir gibi kanla beslenen sistemlerin, genç bedenleri toprağa gömen karanlık yapıların gölgesinde hangi neşeden söz edebiliriz?
Çözüm değil ölüm üreten bir zamanda yaşıyoruz. Tüm canlılar için yaratılan bu dünyada, bir köpeğin gözünden süzülen yaşa duyarsız kalamayanlar bile çoğalmıyorken… Duygularıyla oynanmış, geleceği çalınmış gencecik Nursenayı bir kampüs bahçesinde asılı görünce; şekerin, bayramlığın, tebessümün tadı kalır mı?
Bayram, şeker demekti eskiden. Şimdi o şeker bile acı. Ailesinden uzakta bir öğrenciye, bir işçiye, bir mahkûma, bir kadına, bir çocuğa şahit olunca içimden yalnızca şu geçiyor: Bayram gelmiş, neyime?
Ve en çok da…
“Ah nerede o eski bayramlar?” diyen 13 yaşındaki bir çocuğa “Senin ne zaman eski bayramın oldu ki?” diye sorduğumda, “Hiçbir şeyi alamıyor ailem, o yüzden…” cevabını aldığımda…
İçime oturan o ağır acıyla bir kez daha diyorum:
Bayram gelmiş… Neyime?
İnsanların ölmediği, adanışın gerçek manasını kavradığımız; putlaştırılmış her şeyi kurban edebileceğimiz nice bayramlara…
Saygıyla selamlıyorum