Kaybolmuş olmalı cüssemiz…
Bir zamanlar, bir yerlerde, belki de eski zamanlarda bir parçamızı kaybettik. O kadar uzağa gitmiş olabiliriz ki, şimdi artık ölümlü haberlerini izlerken bile, içimizde derin bir huzursuzluk uyanmıyor. Biz neyi nerde kaybettik? Neden şimdi bu kadar kayıtsızız?
Ölenleri kameraya çekerken ellerimiz titriyor mu? Yoksa, o anda sadece gözlerimiz mi hafifçe buğulanıyor? Bir film izler gibi, sırf takip etmek için mi gözlerimizi odaklıyoruz? Ardından bir müzik açıyoruz, kulaklarımız gerçekten dinliyor mu o melodiyi, yoksa sadece bir ses var, her şey gibi?
İşe gitmek zorundayız, evet, ama gülümsüyor gibi yüzümüz? Oysa yüzümüz içimizi yansıtmıyor mu? Yüzümüzü yıkasak, geçer mi bu boşluk?
Biri “anne” mi dedi? Bir anne, evladı öldüğünde hala anne miydi? Daha çok çalışırken, çocukları için bir baba, telefonda kızıyla ölmüş olabilir mi? Bu kadar ölüm varken, bize yaşıyor demek sahici mi?
Biz neyi fazla yapıyoruz? Abartıyor muyuz? Dünya hali deyip, sadece işittiğimiz her şeye kayıtsız kalıyoruz. Oysa dünya hali dediğimiz şey, biz değil miyiz? Bizim öğrendiklerimiz, ahlakımız, değerlerimiz… Hiçbirini öğrenemedik mi? Teneffüsü beklerken, anlatılanları mı dinlemedik? Peki, biz nasıl bir zamandan bu zamana geldik?
Hiçbir şeyi hissetmediğimiz bu zamana ait miyiz, değil miyiz? Tüm zamanlara sahip olmaya çalışırken, bir yere ait olamıyoruz. Ve tüm bunları, çocuklar gözümüzün içine bakarken yapıyoruz. Onlara rehberlik ederken, aslında kendimizden bir şeyler katıyoruz, şekil veriyoruz. Ama unuttuğumuz bir şey var; çocuklarımıza en büyük miras, onlara verdiklerimizden çok, bizlerin unuttukları ve eksikleri olacak.
Büyük insanlar olmalarını beklerken, onlara adaletsiz davranıyoruz. Unuttuklarımızla utanmadan ahkam kesiyoruz. Topluma kattığımız canlar, bizim ruhumuzun yansıması. Mesele madem ki böyle, o zaman özümüze şöyle bir bakmalıyız. Geçen zamana, yaşadığımız an’a ve geleceğe. Koşarak değil, hazmederek, düşünerek, öğrenerek bakmalıyız. Ve yansımamızı izlerken, bu nesle daha mı sahip çıkmalıyız?
Bir yerde açık var, evet. Yırtık gibi, sızıntı gibi, delik gibi… Tıpkı eskiden babamızın delinmiş çizmesi gibi, annemizin yırtılmış paltosu gibi… Bugün bu delik ve yırtık olanlar, su sızdırmasın diye hep birlikte onarmalıyız.
Şimdi susmalı mıyız? Sessizce… Yoksa konuşmalı mıyız, sadece… Toparlayıp tüm aklımızı insan olmaya karar mı vermeli, yoksa isimsizce çekip gitmeli miyiz?Bu sorularla yazımı bitirirken dostumdan bir alıntı yaparak herbirinizi sevgiyle mavi’ye emanet ediyorum.. Görüşmek üzere
“Bir kayıp var içimizde, yitik bir parça,
Gözlerimizdeki bulanıklık, ruhumuzun acısı,
Yıllar geçse de, tamir edemediğimiz boşluk”
-Özlem Buluç
Yüreğinize sağlık,kaleminize sağlık yazınızı okuduktan sonra oturdum ve uzunca düşündüm hepsini.Şimdi susmalımıyız sessizce yoksa konuşmalımıyız sadece…mükemmel bir anlatım…